22 Eylül 2010 Çarşamba

Tıpkı benim gibi..




Düşüncelerimi, beni gerçekten anlayacak birini bulmam imkansız gibi geliyor artık bana...


Yine de evimde boğuluyorum, yalnızlık nefesimi kesiyor... Kendimi sokaklara atmak, insanlarla konuşmak, kendimi onlara anlatmak istiyorum, dinliyor gibi gözüküp dinlemeseler, anlıyor gibi görünüp anlamasalarda...


Anılarım durmadan hesap soruyorlar benden, tekrar tekrar aynı görüntüler belleğime bir kabus gibi çöküyorlar...Ve hep o yüz.. Yüzündeki o ışık hayatımı ortadan ikiye bölüyor. Ne geriye dönebiliyorum, ne ileri gidebiliyorum...


Sevgiye inançsızdık aslında biz. Peşinden koştuğumuz insan bizi sevmeye başladığında, ondan nasıl da uzaklaşırdık, nasıl ciddiye almazdık sevgisini... Ama bizden biraz uzaklaşmaya başlasın hemen geri dönerdik hiç bir şey olmamış gibi... Kaybolmuştuk dağıttığımız sevgilerde, kim bizi seviyordu, biz kimi seviyorduk; her şey birbirine karışmıştı.


Ama biliyor musun? Yıllardır kimseden değil, kendinden öç aldın sen..


Bu kadar insana kendini sunarak kendini cezalandırdın...


Tıpkı benim gibi...

17 Eylül 2010 Cuma

Peki ben?


Sabah (15.30)
 

Uyandım, daha doğrusu yüksek sesli TV yayını sayesinde uyandırıldım, KPSS ile ilgili haberler vardı, gözaltılar, kopyalar... Dinlemedim, kalktım kapadım, kendime bir kahve yaptım, beni en çok neşelendiren şarkıları açtım, bilirsiniz bazı şarkılar vardır, bir fincan kahve eşliğinde sabah dinlenir, gününüz güzel geçer, en azından öyle olmasını umuyordum.

17.30

Kahvemi bitirdim, bitirirken twitterda, orda burda bir kaç bir şey karaladım, müzik dinledim, gittim duş aldım. Günlerdir süren, belirsizliğin yarattığı depresyonu bugün bitirmeye kararlıydım. Gossip girl'ü izlememden kalan bir gazla elbise giydim, saçlarımı yaptım, mükemmel bir makyaj yapıp dışarı çıktım. Kulaklığı taktım, biraz yürüdüm, vitrinlere baktım, bir yere oturdum bir şeyler içtim, kuaföre gittim. Kendimi inanılmaz iyi hissediyordum, çünkü günlerdir evde pijamalarımla oturup sabaha kadar dizi izleyip, dizi izlemediğim zamanlarda 2 tane kitabı aynı anda okumaktan başka bir şey yapmıyordum, hepsini geçtim evden çıkmıyordum. Kendime bakmak iyi gelmişti, bir arkadaşıma uğradım, kahve içtik, ona ilişkiler hakkında tüyolar verip geyik yapıyorduk ki...

19.48

Babam aradı, eğitim bilimleri sınavı iptal olmuş. Konuşamadım, eve geliyorum dedim ve apar topar çıktım arkadaşımın evinden. Eve geldim, suratım nasıl allak bullak olduysa evdekiler hiç bir şey demediler. İnternete baktım, haberleri izledim, tek kelime edemiyordum. Bir arkadaşımı aradım ve beni kendime getirdi: 'Oturup daha iyi çalışıcaz, en fazla 1 ayda sınav yapılır zaten. Ayrıca tüm konuları biliyoruz, öncekinden de iyi alıcaz, bundan eminim.' dedi o gazla oraya buraya bir şeyler yazdım, küfür ettim, kavga ettim. Gittim arkadaşımdan bir kaç test kitabı aldım. İnternette bir kaç test çözdüm, güvenim kendime geldi. En azından öyle sanıyordum... Ağlama yetimi kaybettiğime bugün inanıyorum, filmler haricinde ağlayamıyorum artık. Uğradığım(ız) haksızlık karşısında küfür etmekten başka bir şey yapamıyorum, ağlasam belki şu göğsümün üstüne oturmuş fil kalkacak, nefes alabilicem. Herkes 'Yanındayız'', ''Bunu kesinlikle diğerinden de iyi yapacağına eminiz.'', ''Daha da iyi bir puan alacaksın, bu hırsından vazgeçme ki o kopyacılar günlerini görsünler.'' diyor, peki ben?

Çok korkuyorum.
Tam 4 saattir yanımda duran test kitaplarını açmaktan, yeniden aynı sıkıntıları yaşamaktan, Pavlov'dan, Skinner'dan, Freud'tan, Taba'dan, Tyler'dan, kelimelerden, şıklardan, aşağıdakilerden hiç bir şeyden korkmadığım kadar çok korkuyorum. Tüm planlarım yerle bir oldu, hayatım alt üst olmuş durumda, şu an sadece bu gerizekalı birgisayarın başında oturup yazabiliyorum. Hiç bir şey bilmiyorum. O kitaplar gözümün içine doğru bakıyorlar, o kitaplar göğsümün ortasına oturmuş durumda ve ben nefes alamıyorum.

Herkes bana güveniyor ama tüm söylediklerime rağmen, peki ben gerçekten kendime o kadar güveniyor muyum?

Bilmiyorum.

10 Eylül 2010 Cuma

Zaman iyileştirmez sadece geçer.


         

           I. evre: Ayrılık sonrası:



O gitmişti ve ben hayatımı siken bu şarkıyı dinleyip, ağlayarak yazıyordum: http://kpssgunlukleri.blogspot.com/2010/06/cunku-gone-away-calyordu.html



II evre: Ben artık aşık olamıyorum!



O gideli çok uzun zaman geçmişti, bünyemde yarattığı acılar son bulmuş artık adını duyunca bile bir şey hissetmez duruma gelmiştim. Artık yeni bir ilişkiye hazırdım, daha ne bekliyordumki? Unutmuştum işte, artık taze bir kan gerekiyordu kanıma karışacak, kalbimi hızla attıracak. Çok uzun zaman olmuştu birine karşı heyecan hissetmeyeli, uyanınca mutlu olmayalı.


Evet, olmalıydı artık, aşık olmalıydım. Ama nasıl? Bugüne kadar 2 kez aşık olmuştum, 1 günde, ani bir şekilde. Şimdi zamana bırakılamazdı, öyle değildim, aşk emek verilecek bir şey değildi benim gözümde, aşk aşktı, bir anda olmalıydı, sevgi ise zamanla oluşurdu. Ben birini sevmek istemiyordum ki, aşık olmak istiyordum, gözlerim kör olsun, şuurum kaçsın, her yerde sevgilimi anlatıyım, O olmadığı zaman böğrümün tam ortasına bir fil çöksün ve özlemekten kıvranıyım istiyordum, hepsi bu.


Zaman geçti, çok uzun zaman geçti. Kanım bile hızlı akmadı, sevdim ama aşk çok uzaktı. Çok denedim, çok uzaklaştım kendimden. Çünkü aşk bencillere göre bir şey değildi ve ben aşık olamayacak kadar 'bencil' bir insana dönüşmüştüm. Kimse 'neden?' diye sormadı, ben de sorgulamadım, işte o yüzden aşık olamadım, ben de dahil herkes o yüzümü unuttu. Halbuki ben aşıkken çok güzel olurdum.



III evre: 'Canım neredesin?'



'İnsanın neresi acırsa, 'can'ı ordadır', kimse acıtamıyor artık beni. Kimseye yaklaşamıyorum. Daha bir kaç ay öncesine kadar aşık olamıyorum diye yırtınırken, şimdi hoşlanamıyorum bile. Birinden hoşlanmam en fazla 1 ay sürüyor, inceliyorum, çok inceliyorum, göze batmayacak yanlışlar buluyorum, 45 yaşındaki evde kalmış kadınlar gibi eleyici oluyorum, soğuyorum, yalnız kalıyorum ve ağlayamıyorum. 



İlişkilerden uzaklaştıkça uzaklaşıyorum, içime kapanıyorum, gereksiz yere neşeli oluyorum, mutlu çiftler görüp kıskanmıyorum bile. Hislerimden uzaklaşıyorum, çirkinleşiyorum, mutsuz bile olamıyorum. Duruyorum, duygun oluyorum, ruhsuz oluyorum, susmuyorum. Yazıyorum, şarkı söylüyorum, dışarı çıkıyorum, dans ediyorum, içiyorum, bakıyorum. Sadece bakıyorum, etrafıma bakıyorum çünkü ben artık hiç bir şey hissedemiyorum, acı bile.



En sonunda okuduğum bir kitaptan alıntı bu cümleler yankılanıyor beynimde: ''Çoktan beridir kendi başımdan geçenlere ağlama yeteneğimi yitirdim. Ağlamak istediğimde, hep başkalarını düşünüyorum artık. Başkalarının başından geçen öyküleri düşünüyorum. Bazen aptal aptal oturup, eski Türk filmlerine de burnumu çeke çeke ağladığım oluyor. Bakın, bunu da şimdi burada itiraf ediyorum.'



Gülüyorum, artık çok geç.

Şekerlik gibiyim

Bayram geldi değil mi?


Günler geçiyor tabi, ben de memleketime geldim.


Ben burada bayramları çok severim aslında, anasınıfından beri tanıdığım tüm adamlar toplanıp içeriz, ölümüne içeriz, her gün sarhoş olur saçmalarım. Kimse bir şey demez, neden? Çünkü ben o adamların sünnetlerine bile gittim,(sınıfça toplanıp arkadaş sünnetine gitme gibi bir ritüelimiz vardı vakt-i zamanında) çünkü ben en iyi arkadaşımın her şeyini biliyorum, onlardan utanıcaksam hiç konuşmayım daha iyi.


İçlerinden biri: 'Sen de sağlam küfür ediyormuşsun yea.' dedi, 'Oha oğlum sen nerden biliyorsun?' dedim, şaşırdım tabi. Tamam çok terbiyeli biri sayılmam ama topluluk içinde de bu derece küfretmiyorum.                'Yayınlıyorsun ya.' dedi. İçimden 'Vay 'mına koyayım ya, blogumu okuyorlar.' diye düşündüm, yazdığım abidik gubidik yazıları birilerinin okumasından daha mutlu eden bir şey yok bu günlerde beni. Çünkü o kadar sikko, o kadar belirsiz günler yaşıyorum ki şöyle anlatıyım. En başta evim yok. Evet, gerçekten yok. Burası benim evim diyebileceğim hiç bir yer yok, hiç bir yere ait değilim, yerleşemiyorum, ulan dolabım yok, kıyafetlerim oraya buraya saçılmış bu amına kodumun sınavı yüzünden, param yok, babamdan bin tür şirinlikle bir ton para alıp sonrasında utanıyorum ve bana 'Şeker bayramı geldi şekerim.' diyorsunuz, -e hoşgeldin bebeğim.


Aile büyüklerinden birinin evine gittim tahmin edebileceğiniz gibi; herkesle 'Hoşgeldin bayram, Naber kpss?' tadında konuştum. 'Mağdur' oldum, 'Kpsszede' oldum, 'Çok sigara içiyor.' oldum, 'Manken' oldum, 'İşsiz' oldum, 'Kendime dikkat etmeyen.' oldum, 'İstanbul'da ne işin var senin yie?' sorusuna maruz kaldım. Oldum da oldum, bu bayramda ben bir çok şey oldum, yani anladığınız gibi bir 'bok' olamadım. Başarı hikayelerini dinledim mükemmel ailemin, 'Makina mühendisliği yüksek lisansı yapan fizik mühendisi', İngiltere'de doktora yapan', 'Tıp okuyan', 'Doçent olan' kuzenlerimi öptüm, hepsinin de bayramını kutladım, sırasıyla hepsinden 'Kpss noldu ya? Çok şanssızsın.' cümlesini duydum.


Şunu söyleyebilirim ki: 'Sigarayı çok içiyorum, öküz gibi alkol tüketiyorum, elimde 80 puanım öğretmen olmayı bekliyorum ama sizin yaşayamadığınız hayatlar yaşadım ve hepinizin mına koyayım, kendi ailem dışında hiç birinizi de sevmiyorum. Kitaplarınızın içinde gömülün.'


Herkese iyi bayramlar.

4 Eylül 2010 Cumartesi

'Atamalar ertelendi.'

30 ağustos normal bir gün gibi başlamıştı, ablamın evini taşıyorduk. Bütün eşyalar kolilenmiş, nakliye aracının gelmesini bekliyorduk, biz de ablamla birlikte ablamın arkadaşının evine geçecektik. Malum benim 1.5 yaşındaki canavar yeğenim Efe ve taşınma olayı yanyana hiç uymuyordu.




Her neyse ablamın arkadaşının evine gittik, Efe'yle uğraştık,tabi ben heyecanla 31 ağustos olsa da atamalar açıklansa diye bekliyorum, hatta olayı o kadar abarttım ki ikea kataloğundan yeni evim için eşya falan seçiyorum. Nereleri yazdın geyiği dönüyor, zevkten dört köşeyim sınav iptal olmadan şu atama krizini atlatıcaz diye.

Saat 18.00 itibariyle babam aradı, CNN TÜRK'te alt yazı geçmiş 'Atamalar ertelendi.' diye. 'Yalandır o yea.' dedim tabi hemen internete girdim, haber doğru çıktı, YÖK başkanı açıklama yapmış: 'Kopya çekmişler, biz soruları sattık zaten, her sene yapıyoruz bunu ama bu sene siz de cozuttunuz, şimdi yargıya intikal etti, derdinize yanın, atamaları erteledik.' diye.

O anda bana bir ateş bastı, gittim balkonda bi sigara içtim, kesmedi, bir tane daha içtim ama ağlayamıyorum yok yani olmuyor, tüm hayallerim cumburlop diye suya düştü, bir kaç arkadaşla konuştum falan herkes mal olmuş.

Ablamın yeni evine gittik, tabi her şey kolili (ne garip kelimeymiş, sesli söyleyin bak 'kolili'), ben hiç konuşmuyorum koli açıp yerleştiriyorum. ''Pizza siparişi verelim.'' dediler. Ben aradım dominosu, adam nasıl kazma çıktı anlamıyor dediğimi, 'Skicem.' dedim, zaten kafam bi milyon bi posta onunla kavga ettim. 2 büyük pizza istedim, 'Nasıl istersen öyle getir, anlamıyorsun zaten.'' dedim kapadım. 

Ablam bıdı bıdı yapmaya başladı 'Bu kadar insana o kadar pizza yeter mi yeaa!' diye. Cevap vermiyorum hala bir şeyler yerleştiriyorum, bir kaç kez daha söyleyince ben ağlamaya başladım. 'Tamam lan skerim pizzanızı da evinizi de, sizle mi uğraşıcam, kıçını kaldırıp sen arasaydın, ben yemem olur biter, zaten YÖK atamaları erteledi, ortada kaldım, sktiğimin cemaati, hepsinin götüne minare girsin, hayatımı siktiler.' diye krize girdim, herkes şok oldu kimse cevap veremiyor. Krizim geçince 'Hadi yeaaa pizzalar geldi mi?' diye gittim, bir büyük pizzanın yarısını yedim.

Şu an şoku atlatmış durumdayım lakin bu 79.792 puanla (İstanbul'a atanmama yetecek bir puan) beklediğim gerçeğini değiştirmiyor. Eşyalarımın bir kısmı koliler halinde bodrumda, dolabım sökülmüş şekilde bodrumda, kıyafetlerim bavullar içinde ailemin evinde yani Çanakkale'de. Şu an ne İstanbul'daki eve yerleşebiliyorum ne de Çanakkale'ye, tam anlamıyla ortada kaldım, ne bok yiyicem en ufak bir fikrim bile yok.

Bu hak hırsızlarının anasını avradını skiyim, babaannelerine tecavüz ediyim, beyinlerini Doctor Hannibal gibi onlar uyanıkken yiyeyim, o kadar sinirli o kadar hırslıyım ki resmen bir katil potansiyeli sezinliyorum bugünlerde kendimde.