24 Ekim 2010 Pazar

Merhaba istanbul, ben geldim

Dün öğleden sonra İstanbul'a döndüm, döndüğüme o kadar mutluydum ki otobüsten indiğimde toprağı öpüp, binaları yalamaya çalışırım diye çok korktum.


Önceki gece uyumadığımdan; uykumu kesen yan koltukta oturan 'altın kızlar' mensubu olduğunu düşündüğüm 3 tane teyzeyi saymazsak bütün yol uyudum. O teyzeler adeta otobüsten otobüse görüşüyorlarmışçasına bütün yol susmadılar, annem hiç uyumadı, haline üzüldüm, kadının beyni skilmiştir çünkü teyzeler bir ara öyle aştılar ki gençliklerinde yaşadıkları 'tarla maceraları'na kadar anlattılar, tabi ben bunları arada bölünen uykum sayesinde duydum.


Otobüsten indikten sonra eve geldim,bir süre benim cücük suratlı sevimli yeğenimle oynadım, bir kaç telefon konuşmasından sonra dışarı çıkmaya hazırlandım. Neredeyse temmuz ayından beri Taksim'e gitmemiştim, bu kadar uzaklık benim bünyeme tersti. İçerenköy'e yakışmayacak derecede süslenip siteden çıktım, dolmuş bekledim, bekledim, bekledim... Dolmuşun gelmesi yerine 4 tane araba beni ezmeye kalktı, 3 tanesi mükemmel kornalarıyla kalp krizi geçirmeme neden oldu, 'Aman yeaa Bostancı'ya kadar taksiyle gideyim 10 lira bişey tutar en fazla.' diyerek taksi çevirdim, tabii İstanbul'dan uzun süre uzak kalmamın acemiliğiyle caddedeki trafiği hesaba katamamışım, taksi şöförünün yönlendirmesiyle Kadıköy'den Taksim'e geçmeye karar verdim, bu kararı vermem bana 20 liraya mal oldu (Kadıköy-İçerenköy dolmuşu 2.20), böylece istanbul bana ilk öpücüğünü vermiş oldu.













O arada benim çok özlediğim arkadaşlarımdan biriyle konuştum, Kadıköy'deymiş, Taksim'e geçeceği için 'Beni bekleyin, 10 dakikaya ordayım.' dedim. Karaköy iskelesine doğru benim müthiş topuklu çizmelerimle koşarak gittim, içeri girdim, kapıya doğru şuursuzca koşarken kapı yüzüme kapandı. Arkadaşlarım vapurda ben içeride birbirimize dramatik şekilde el salladık ki içeride yaptığım 'Kapıyı kapamayııın, yetiştiiim!' gösterisini anlatmıyorum bile. Vapur kalktıktan sonra fark ettim ki nasıl bir şov yaptıysam herkes bakıyor, usulca hiç bir şey olmamış gibi bir yere oturdum kulaklığı taktım, başımı öne eğdim. Vapurdan indikten sonra tünele gidecektim, işin komik kısmı vapurdan tünele giden yolu karıştırdım, gecenin bir vakti Karaköy'de bir oraya bir buraya dolandım, artisliğimden kimseye de sormadım; 'Ay hep gittiğim yol nasıl unuturum hayatta soramam şimdi köyden indim şehire mantığıyla ne o öyle.' diye diye 5 dakika dolandıktan sonra koskoca İETT yazısını gördüm. Üstüne tramvayı da kaçırdım.



Bunları atlattıktan sonra sonunda Taksim'e ulaştım. Klasik taksim gecelerimden birini geçirdim, arkadaşlarımla görüştüm içtim; başka mekana geçtik, içtim; sonra başka bir yere geçip dans ederken içtim; çıkışta o kafayla yolda 'tekilacı' görüp hem kendim içtim hem herkese içirdim; arkadaşın eve geldik, yine içtim ondan sonra zaten sızmışız. 


Sabah uyandığımda 'başkasının evinde kalma' sendromunu yaşadım. Allah'ım dünyanın en zor şeyi önceki gece o kadar içtikten sonra sabah hazırlanıp eve gitmek. Ablamların yeni evi öyle sikko bir yerdeki zaten kaybolucam stresi de sardı dört bir yanımı. Erteledikçe erteledim, 3-4 kahve içtim, nete falan girdim, baktım herkes gidecek evden. 'Aysun'cum sana yol göründü.' diyerek tam anlamıyla akşamdan kalma halimle yani gözler çökmüş, saç leş, ağzımda iğrenç bir tat, başkasının evinde kalmamdan kaynaklanan uyku yoksunluğu yani tam bir pazar mallığıyla eve doğru yola çıktım. Uzun bir yolculuğun beni beklediğini o zaman kestirememiştim. Önce Bostancı'ya vardım diye sevindim. Taksi arıyordum ki 4 tane taksiye sormama rağmen Kiptaş konutlarını bilen çıkmadı. 'Ulan kazmalar! Kocaman site, nasıl bilmezsiniz' de diyemedim tabi, ske ske ablamı aradım, dolmuşun yerini tarif etti. Yine sora sora buldum, dolmuş yine yanlış yerde indirdi beni, yine İçerenköy'de kayboldum ve 2 saat 15 dakika sonunda eve enkaz şeklinde varabildim.


Yukarıda da anlattığım gibi dün ve bugün İstanbul bana kucak açtı, doğrusunu söylemek gerekirse İstanbul beni kucağına oturttu, ilk öpücüğün sonrasında yaşattığı çılgın bir sevişmeden sonra yatağa bir not bıraktı, gitti, bir daha aramadı. Anladım ki İstanbul'dan bir süre uzak kaldıktan sonra gelmek bisiklete binmek gibi, ilk baş sendeliyorsun daha sonra öyle bir alışıyorsun ki bir daha uzak kalmak istemiyorsun.
Bu yüzden tüm kötü şeyleri sevdiğim gibi ben bu şehri de çok seviyorum.

12 Ekim 2010 Salı

Unutmanın neresi iyi?

 


Göğsümün ortasında duran ikinci bir kalp ağır gelmişti bana, nefes alamayacak durumda kalakalmıştım. Aynada tek parça görünen bedenim içinde paramparçaydı.
Telefona sarılıp durmadan O’nu arıyor, bağırıyor, asla doğru olduğunu düşünmediğim şeyleri söylüyordum,  nefretimi kusuyor, kendimi durduramıyordum. Her sabah ağlayarak uyanıp, O’nu sevdiğim günden, ona dokunduğum zamanlardan nefret ediyordum.

Zamanla acımın yavaşlamaya başladığını düşündüm… Telefona bakmamaya alışmıştım, her gece O’nu rüyamda görmeme rağmen sabah ağlayarak uyanmalarım azalmıştı.. Arkadaşlarımla içtiğim zamanlar ise sıklaşmış  her gece içimdeki yaraların acısını uyuşturmak istercesine içmeye başlamıştım. O’nu unuttum diyordum. Fotoğrafları kaldırmıştım. Yine de bir intikam hırsıyla geceye verdim kendimi… İçtim, eğlendim, şehir şehir gezdim  ama her gecenin sonu gözyaşıyla bitti, ben öyle olmasını istemesemde… Çünkü nefretim öyle büyüktü ki canımı bu kadar yaktığı için tüm güzel anılar gitmişti aklımdan, her gece yatarken kavgalarımızı düşünüyor, dışarıdan mükemmel güçlü ve neşeli görünen ben, her gece yatakta nefesim kesilinceye, sızıncaya kadar ağlıyor, ‘Bitsin artık!’ diye Allah’a dua ediyordum. Bitmemişti… Çünkü tüm anılar karabasan gibi çökmüştü üstüme, ben O’ndan kurtulamıyordum.

İlk 6 ayı atlattığımda içimde onunla alakalı hiçbir şey kalmadığını düşünmüştüm, saçma sapan melankoliden sıkılıp artık normal hayatıma geri dönmeliyim diyordum, en azından öyle olmasını istemiştim. Ama öyle olmadı, olduğunu sandım sadece.

Yeni birini buldum, beni çok seven birini. Onun canını acıtmaya başlamıştım bu sefer, O bana nasıl davrandıysa bilinçsizce beni seven adama on katı kötü davranmaya başlamıştım. Vicdan azabından kurtulmak için Freud’un bulduğu tüm savunma mekanizmalarını kullanmıştım. Ama kurtulamadım, yine aynı adam yüzünden iyi giden ilişkim bozdum ki bu benim hala insan olduğum anlamına geliyordu, hala vicdanımın olduğuna…

Günler, aylar geçti bu şekilde… Unutmadığımı düşünüyordum, bu geceye kadar. Sanırım hala birine aşık olduğumu düşünmek içimi ısıtıyordu.

Ama bu gece fark ettim ki O’nu hatırlayamıyorum artık.
Ne rüyama giriyor ne de yüzünü hatırlayabiliyorum.
Bu büyük acının onu unuttuğum zaman geçeceğini düşünürdüm.
Ama asıl acı onu unuttuğum zaman başladı.
İçim ıssızlaştı.
İçim soğudu.
Anılar kayboldu.
Allah kahretsin!
Mimiklerini hatırlamaya çalışıyorum, olmuyor!
Hayatımın en güzel aşkı silindi belleğimden ve ben bunu bu gece fark ediyorum.
Belleğimden beni ben yapan anılar silindi.
Sanki aynada gördüğüm bedenimin bir parçası eksik artık ve ben o parçanın neye benzediğini bile hatırlamıyorum.
Görünmez bir parçam O’nda kaldı ve ben bunu geri almak için hiçbir şey yapamıyorum.