28 Ekim 2011 Cuma

Öğrencimin yazdığı kompozisyon

Merhaba,

Bu bloga yazmayı uzun zamandır bırakmıştım ama 29 Ekim hakkında çok kısa bir anıyı anlatmadan geçemeyeceğim.

Bugün hava çok soğuk, yarın daha da soğuyacağından dolayı töreni bir gün önce yaptık. Öğrencilerimiz gerçekten şiir, kompozisyon okumak konusunda çok istekliydi. Hepsi Türkçe öğretmenimize kendileri söylediler, biz bu şiirleri okumak istiyoruz diye. Gençken biz bu şekilde değildik açıkçası, utandım biraz.

Bir sınıf inanılmaz bir tören sundu; arkadaşlarına çoğu insanın unuttuğu Atatürk inkılaplarını anlattılar. Yaşları 9-10.

Bir kız öğrencimiz bugün hakkında bir kompozisyon yazmış kendi elleriyle, google kullanmadan, tamamen kendi hisleriyle ve son cümlesi şu şekildeydi : 'Taş devri taşlar bittiği için kapanmadı, fikirler genişlediği için kapandı. Atatürk 'muhasır medeniyetler seviyesine ulaşmak' derken bugünlerde  yaşadıklarımızdan bahsetmemişti. Umarım biz bu ülkeyi hakettiği yerlere çıkarabileceğiz. Cumhuriyet bayramımız kutlu olsun.'' Yaşı 13

Hükümetimiz ise Cumhuriyet bayram törenini iptal ediyor. Osmaniye'de 2 şehit veriyoruz. Ve bu düşüncesizliği, felaketleri yapanlar kocaman adamlar.

9-13 yaş arası çocuklar ise Cumhuriyetimizi kutluyor, Atatürk'ün bu ülke için yaptıklarından gururla bahsediyorlar.

Yorumu sadece sizlere bırakıyorum.

22 Şubat 2011 Salı

Fatmagül'ün resimleştirilmesi

Dün sınıfta, öğrencilerime 'bir hayvan resmi çizin, hayvanın rengini ve sevdiği şeyi tek cümleyle yazın.' şeklinde bir ödev hazırlattım.

Şu an keşke o öğrencimin kağıdını alsaydım diyorum.

Bir öğrencim bir 'köpek' ve bir 'kedi' çizmiş. Altına da aynen şu şekilde 6 cümle vardı:

This is my dog Mustafa. 


It is red.


It likes Fatmagül.


Fatmagül is a cat. 


It is pink.


It likes Mustafa and Kerim.

Hala gülüyorum. Ne kafadalar siz düşünün!

5 Ocak 2011 Çarşamba

Öğrencilerimden enstanteneler



Bu fotoğrafa yakınlaştırarak bakmanızı tavsiye ediyorum. Benim 4. sınıf öğrencilerimden bir tanesinin yazdığı ingilizce şiir karşınızda. Adeta bir sözlük şaheseri, çocuk bildiğin uğraşmış. Şiirin konusu beni çok sevdiği, gözlerimin ve saçlarımın güzelliği. Yani okuyunca ben öyle anladım, tabi şiir bu, siz farklı anlamlar çıkarabilirsiniz. Okuyucunun hayal gücüne bıraktım gitti.


Bu fotoğraf ise yine 4. sınıf öğrencilerimden birinin bana çizdiği resim. Anladığım kadarıyla benim ne kadar 'şirin' olduğumu ya da 'şirinlere' benzediğimi anlatıyor. Bir de prenses resmi var orada, bana prenses demek istemiş. hihi. Yalnız anlamadığım tek nokta var, bana açıklarsanız çok mutlu olacağım. Sol üstteki şirinde bir çıkıntı var, kırmızı kurdelenin yanında. O nedir? Çözene 5 vericem.

Bu yazımda anlatmak istediğim şey; eğer öğretmenseniz her daim 'Çok güzel'siniz, her zaman 'Çok güzel giyinmiş'siniz, el yazınız Çince'ye benzese de 'karakteristik', ve dersi 'mükemmel' anlatıyorsunuz. 4-5-6. sınıflara giriyorsanız, onların gözünde süper kahramandan ya da prensesten farkınız yok. İnanılmaz tatlılar, bu fotoğrafları da mutlu olduğum için herkese göstermek istedim. Canlarım benim.

Not: Bunlardan bir kaç tane daha var, nasıl popom kalktı siz hayal edin artık. 

30 Aralık 2010 Perşembe

Taze öğretmenin anıları

Sizler bu kadar kahrımı çektikten sonra işe başladığımı, kendi hayatımı kurduğumu söylemezsem ayıpların en büyüğünü yapmış olurdum.


3 haftalık iş hayatımın özetini paylaşmak istiyorum:



  • İdareyle konuşmaya ilk gittiğim gün öğretmenler odasına girip el sallayarak 'Merabaa, ben yeni atanan ingilizce öğretmeniyim.' diyen salak bendim.
  • Okulun ilk günü sınıfa nasıl gireceğimi, çocuklara nasıl hitap edip 'Ay ben bağıramam yaaağğğ!' diye düşünürken, sınıfa girdiğimde herkesin ayakta olduğunu görüp 40 yıllık öğretmen misali 'Herkes yerine otursun!' diye kükreyen deli yürek de bendim.
  • Daha ilk haftamda kafamdan yıllık plan uydurup bunun gerçek yıllık plana uyduğunu gören ileri görüşlü genç de bendim.
  • Konuları anlatırken 60-70 kişilik sınıfta ordan oraya zıplayan ve 'Hoooop bu kelimeyi al başa, aldık mıı? Tamam şimdi aynısını geçir aşağı! Kopya çekin biraz yukarıdan, aynısını yazıcaksınız çok kolay yea!' diyip tüm sınıfın ilgisini çekip hiç örnek olmayacak şekilde konuyu kavratan kişi de bendim.
  • İlk haftadan tüm yaramazları gözüme kestirip onlara çeşitli görevler veren, onlarla ilgilenip onların dersle ilgilenmesini sağlayan zeka küpü de bendim.
  • Dersin ortasında en arka sırada ayağa kalkıp kendi etrafında dönen çocuğu bir anlık sinirle 'Evladııım senin kafan mı güzel?!' diye azarlayan da bendim. (çocuk 10 yaşındaydı)
  • Bunları yapmamla beraber 2. haftadan sesi kısılıp hasta olan, 3 gün rapor alan acemi öğretmen de bendim.
  • Öğrencilerinden çeşitli hediyeler, şiirler, iltifatlar alıp poposu kalkan kişi de ben oluyorum.
  • Bugün, 'Likes and dislikes' konusu hakkında cümleler kurdururken öğrencisiyle arasında bu şekil bir konuşma geçen öğretmen de tabiiki benim: (Yaş 9-10)
      Öğrenci: Öğretmenim... Hmmm... I like you.
      Ben: Benden mi hoşlanıyorsun?
      Öğrenci: Yok öğretmenim. Çikolata seviyorum. Ay lik çaklıt. (Lick kelimesinin anlamını bilmeyen bir genç tabii bilmiyor ki  ben orada yerle bir oldum. Merak etmeyin yahu tabi ben de söylemedim.)
       Ben: 'You'nun 'Sen' demek olduğunu biliyorsun ya yavrucuğum, ben çikolata mıyım?
       Öğrenci: Çikolata kadar tatlısınız ama öğretmenim, ben çok seviyorum sizi.
       Ben: Ehehhe. Tamam aferim. Hayydiii başka cümlesi olan.


Şimdi kim diyor öğretmenlik sıkıcı, monoton diye.
Ben her gün gördüklerimden ve duyduklarımdan ne hikayeler çıkarırım siz süper 'heyecanlı' işlerinizin başınızdayken.
Ben hayalimdeki mesleği yapıyorum.
Hadi şimdi dağılın.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Sikertmeden çıktım da halilim

Sonunda sınav bitti... Hatta biteli baya oldu; hatta açıklandı bile bildiğiniz üzere, ama ben kafamı toplayıp ancak bir şeyler yazabiliyorum.


Ne kadar kafamı topladığım da tartışılır aslında. Sınavla birlikte ben de bittim resmen, çevremdekilerin ve çevremde olmasalar dahi sosyal medyada bulunan insanların KPSS deyince aklına ilk ben, ikinci olarak ÖSYM gelmeye başladı. 
Siz düşünün nasıl reklamımı yapmışım ya da siz düşünün ne derece kafayı yemişim ki yıllardır popüler kurumun önüne geçmişim. Aslında bu ÖSYM'nin kendi suçu. Of ya! Siktir et ÖSYM'yi siyaset yazamayacağım burada, zaten kafam bozuk.

Sınavın açıklandığı gün, önceki sınavdan 2 puan fazla aldığımı öğrendim, tepki veremedim. Bütün gün suratım asık gezdim, kimse sevinmeme/sevinememe nedenimi anlayamadı. 

''Allah belalarını versin 3 ayımı çaldılar, kaç bin lira zarardayım mına koyayım 2 puan mı verdiniz! '' tepkisini veremedim kimseye, içimde patladı. 

Şimdiye kadar kendime ait bir yuvam olabilirdi. Bir miktar paracığım, küçük küçük öğrencilerim ve küçük küçük özel öğrencilerimi anlatabilirdim burada ama yine aynı terane.

Tercihlerle uğraşıyorum, evde her kafadan bir ses çıkıyor, etrafımdaki herkes bir yorum yapıyor. Bilen de konuşuyor bilmeyen de. 'Topunuzu sikiyim' diyemiyorum, yardım etmeye çalışıyorlar biliyorum ama benim de bir dayanma gücüm var. 

Tercih yapacağım okulları geçtim, tercihlerimi vereceğim güne bile karar vermeye çalışıyorlar. Her hakkımı elimden alıyorlar ama ben sadece susuyorum, tek kelime edemiyorum, sinirlerime hakim olmaya çalışırken kendime zarar veriyorum.

Artık kendi hayatımı istiyorum ben, kimseye hesap vermek istemiyorum.Önüme tercihler sunsunlar istemiyorum...Çünkü ben, hayatım boyunca her zaman yanlış şıkkı seçtim, hep böyle oldu. Kendimi ezik gibi hissetmekten sıkıntı geldi.

O değil de birine fena patlıycam bir gün ama o kim olacak şu an kestiremiyorum. İçimde öyle bir hırs, öyle bir öfke ve öyle bir gerginlik var ki yardım etmeye çalışan, çalışmayan, uğraşan, uğraşmayan hatta tanımadığım insanların bile ağzını yüzünü dağıtmak istiyorum. O kadar sinirliyim ki kendime asla zarar vermeyi bile düşünmeyen ben, beynim çıkana kadar duvara kafa atmak istiyorum. 

Beynimden nefret ediyorum artık, sabrımdan nefret ediyorum, uğruna savaştığım şeylerden nefret ediyorum. Beynim o kadar yorgun ki mantıklı hareket edemiyorum, herkesi kırmak istiyorum, kötü davranmak istiyorum, ağzına sıçmak istiyorum insanların. Üzülsünler istiyorum, öyle bir kafadayım ki bu aralar 'Aysuun yemek hazır!' cümlesi bile inanılmaz sinirlerime dokunmaya başladı.

Çok tehlikeli bu dönemler, insanları kendimden uzaklaştırmaya uğraşıyorum. 
Çünkü hepsini kıracağım..
Biliyorum.

24 Ekim 2010 Pazar

Merhaba istanbul, ben geldim

Dün öğleden sonra İstanbul'a döndüm, döndüğüme o kadar mutluydum ki otobüsten indiğimde toprağı öpüp, binaları yalamaya çalışırım diye çok korktum.


Önceki gece uyumadığımdan; uykumu kesen yan koltukta oturan 'altın kızlar' mensubu olduğunu düşündüğüm 3 tane teyzeyi saymazsak bütün yol uyudum. O teyzeler adeta otobüsten otobüse görüşüyorlarmışçasına bütün yol susmadılar, annem hiç uyumadı, haline üzüldüm, kadının beyni skilmiştir çünkü teyzeler bir ara öyle aştılar ki gençliklerinde yaşadıkları 'tarla maceraları'na kadar anlattılar, tabi ben bunları arada bölünen uykum sayesinde duydum.


Otobüsten indikten sonra eve geldim,bir süre benim cücük suratlı sevimli yeğenimle oynadım, bir kaç telefon konuşmasından sonra dışarı çıkmaya hazırlandım. Neredeyse temmuz ayından beri Taksim'e gitmemiştim, bu kadar uzaklık benim bünyeme tersti. İçerenköy'e yakışmayacak derecede süslenip siteden çıktım, dolmuş bekledim, bekledim, bekledim... Dolmuşun gelmesi yerine 4 tane araba beni ezmeye kalktı, 3 tanesi mükemmel kornalarıyla kalp krizi geçirmeme neden oldu, 'Aman yeaa Bostancı'ya kadar taksiyle gideyim 10 lira bişey tutar en fazla.' diyerek taksi çevirdim, tabii İstanbul'dan uzun süre uzak kalmamın acemiliğiyle caddedeki trafiği hesaba katamamışım, taksi şöförünün yönlendirmesiyle Kadıköy'den Taksim'e geçmeye karar verdim, bu kararı vermem bana 20 liraya mal oldu (Kadıköy-İçerenköy dolmuşu 2.20), böylece istanbul bana ilk öpücüğünü vermiş oldu.













O arada benim çok özlediğim arkadaşlarımdan biriyle konuştum, Kadıköy'deymiş, Taksim'e geçeceği için 'Beni bekleyin, 10 dakikaya ordayım.' dedim. Karaköy iskelesine doğru benim müthiş topuklu çizmelerimle koşarak gittim, içeri girdim, kapıya doğru şuursuzca koşarken kapı yüzüme kapandı. Arkadaşlarım vapurda ben içeride birbirimize dramatik şekilde el salladık ki içeride yaptığım 'Kapıyı kapamayııın, yetiştiiim!' gösterisini anlatmıyorum bile. Vapur kalktıktan sonra fark ettim ki nasıl bir şov yaptıysam herkes bakıyor, usulca hiç bir şey olmamış gibi bir yere oturdum kulaklığı taktım, başımı öne eğdim. Vapurdan indikten sonra tünele gidecektim, işin komik kısmı vapurdan tünele giden yolu karıştırdım, gecenin bir vakti Karaköy'de bir oraya bir buraya dolandım, artisliğimden kimseye de sormadım; 'Ay hep gittiğim yol nasıl unuturum hayatta soramam şimdi köyden indim şehire mantığıyla ne o öyle.' diye diye 5 dakika dolandıktan sonra koskoca İETT yazısını gördüm. Üstüne tramvayı da kaçırdım.



Bunları atlattıktan sonra sonunda Taksim'e ulaştım. Klasik taksim gecelerimden birini geçirdim, arkadaşlarımla görüştüm içtim; başka mekana geçtik, içtim; sonra başka bir yere geçip dans ederken içtim; çıkışta o kafayla yolda 'tekilacı' görüp hem kendim içtim hem herkese içirdim; arkadaşın eve geldik, yine içtim ondan sonra zaten sızmışız. 


Sabah uyandığımda 'başkasının evinde kalma' sendromunu yaşadım. Allah'ım dünyanın en zor şeyi önceki gece o kadar içtikten sonra sabah hazırlanıp eve gitmek. Ablamların yeni evi öyle sikko bir yerdeki zaten kaybolucam stresi de sardı dört bir yanımı. Erteledikçe erteledim, 3-4 kahve içtim, nete falan girdim, baktım herkes gidecek evden. 'Aysun'cum sana yol göründü.' diyerek tam anlamıyla akşamdan kalma halimle yani gözler çökmüş, saç leş, ağzımda iğrenç bir tat, başkasının evinde kalmamdan kaynaklanan uyku yoksunluğu yani tam bir pazar mallığıyla eve doğru yola çıktım. Uzun bir yolculuğun beni beklediğini o zaman kestirememiştim. Önce Bostancı'ya vardım diye sevindim. Taksi arıyordum ki 4 tane taksiye sormama rağmen Kiptaş konutlarını bilen çıkmadı. 'Ulan kazmalar! Kocaman site, nasıl bilmezsiniz' de diyemedim tabi, ske ske ablamı aradım, dolmuşun yerini tarif etti. Yine sora sora buldum, dolmuş yine yanlış yerde indirdi beni, yine İçerenköy'de kayboldum ve 2 saat 15 dakika sonunda eve enkaz şeklinde varabildim.


Yukarıda da anlattığım gibi dün ve bugün İstanbul bana kucak açtı, doğrusunu söylemek gerekirse İstanbul beni kucağına oturttu, ilk öpücüğün sonrasında yaşattığı çılgın bir sevişmeden sonra yatağa bir not bıraktı, gitti, bir daha aramadı. Anladım ki İstanbul'dan bir süre uzak kaldıktan sonra gelmek bisiklete binmek gibi, ilk baş sendeliyorsun daha sonra öyle bir alışıyorsun ki bir daha uzak kalmak istemiyorsun.
Bu yüzden tüm kötü şeyleri sevdiğim gibi ben bu şehri de çok seviyorum.

12 Ekim 2010 Salı

Unutmanın neresi iyi?

 


Göğsümün ortasında duran ikinci bir kalp ağır gelmişti bana, nefes alamayacak durumda kalakalmıştım. Aynada tek parça görünen bedenim içinde paramparçaydı.
Telefona sarılıp durmadan O’nu arıyor, bağırıyor, asla doğru olduğunu düşünmediğim şeyleri söylüyordum,  nefretimi kusuyor, kendimi durduramıyordum. Her sabah ağlayarak uyanıp, O’nu sevdiğim günden, ona dokunduğum zamanlardan nefret ediyordum.

Zamanla acımın yavaşlamaya başladığını düşündüm… Telefona bakmamaya alışmıştım, her gece O’nu rüyamda görmeme rağmen sabah ağlayarak uyanmalarım azalmıştı.. Arkadaşlarımla içtiğim zamanlar ise sıklaşmış  her gece içimdeki yaraların acısını uyuşturmak istercesine içmeye başlamıştım. O’nu unuttum diyordum. Fotoğrafları kaldırmıştım. Yine de bir intikam hırsıyla geceye verdim kendimi… İçtim, eğlendim, şehir şehir gezdim  ama her gecenin sonu gözyaşıyla bitti, ben öyle olmasını istemesemde… Çünkü nefretim öyle büyüktü ki canımı bu kadar yaktığı için tüm güzel anılar gitmişti aklımdan, her gece yatarken kavgalarımızı düşünüyor, dışarıdan mükemmel güçlü ve neşeli görünen ben, her gece yatakta nefesim kesilinceye, sızıncaya kadar ağlıyor, ‘Bitsin artık!’ diye Allah’a dua ediyordum. Bitmemişti… Çünkü tüm anılar karabasan gibi çökmüştü üstüme, ben O’ndan kurtulamıyordum.

İlk 6 ayı atlattığımda içimde onunla alakalı hiçbir şey kalmadığını düşünmüştüm, saçma sapan melankoliden sıkılıp artık normal hayatıma geri dönmeliyim diyordum, en azından öyle olmasını istemiştim. Ama öyle olmadı, olduğunu sandım sadece.

Yeni birini buldum, beni çok seven birini. Onun canını acıtmaya başlamıştım bu sefer, O bana nasıl davrandıysa bilinçsizce beni seven adama on katı kötü davranmaya başlamıştım. Vicdan azabından kurtulmak için Freud’un bulduğu tüm savunma mekanizmalarını kullanmıştım. Ama kurtulamadım, yine aynı adam yüzünden iyi giden ilişkim bozdum ki bu benim hala insan olduğum anlamına geliyordu, hala vicdanımın olduğuna…

Günler, aylar geçti bu şekilde… Unutmadığımı düşünüyordum, bu geceye kadar. Sanırım hala birine aşık olduğumu düşünmek içimi ısıtıyordu.

Ama bu gece fark ettim ki O’nu hatırlayamıyorum artık.
Ne rüyama giriyor ne de yüzünü hatırlayabiliyorum.
Bu büyük acının onu unuttuğum zaman geçeceğini düşünürdüm.
Ama asıl acı onu unuttuğum zaman başladı.
İçim ıssızlaştı.
İçim soğudu.
Anılar kayboldu.
Allah kahretsin!
Mimiklerini hatırlamaya çalışıyorum, olmuyor!
Hayatımın en güzel aşkı silindi belleğimden ve ben bunu bu gece fark ediyorum.
Belleğimden beni ben yapan anılar silindi.
Sanki aynada gördüğüm bedenimin bir parçası eksik artık ve ben o parçanın neye benzediğini bile hatırlamıyorum.
Görünmez bir parçam O’nda kaldı ve ben bunu geri almak için hiçbir şey yapamıyorum.